La Pianiste\Haneke'nin Uçurumu

Author: jiletlipasta / Etiketler:

Çetrefilli bir tema olan psikolojik sorunların izini sürerek bir film yapmak, oldukça zor ve zahmetli bir çalışmadır. Haneke La Pianist'de, bunu başarmakla kalmıyor, sanki zihinlerde insanların içine düşecekleri bir de uçurum açıyor. Filmde sadece "hasta" bir kadını değil, hasta bir toplumun da yarattığı şeyleri görüyoruz. Çok farklı duygular içinde kalıyor izleyici. Başkarakterin bazı özelliklerinden dolayı; kimilerinde sadece iğrenme duygusu uyandırıyor film. Bir arkadaşım, filmin sinema gösterimi sırasında, başlarken tıklım tıklım dolu olan salondan çok sayıda kişinin çıktığını söylemişti. Bu oldukça düşündürücü bir şey. Özdeşleşme olmadan film izleyemeyen, klasik anlatı tarzına alışmış bir kitleye mi yabancı gelmişti film, yoksa Haneke izleyenin içine rahatsız edercesine bir ayna mı tutmuştu. Bir yaraya bakmak gibi miydi bu filmi izlemek? Yarayı gördüğümüz anda başımızı mı çeviriyorduk...

Bu film sadece annesiyle ciddi çatışmalar yaşayan, genç öğrencisiyle garip bir ilişkinin içinde yer alan, sapkın bir müzik profesörünün öyküsü müydü? Uzaktan bakıldığında son derece elit bir modern yapı içindeydi karakterler. Oysa öğretmenden, öğrencilere dek herkes garip bir mutsuzlukta salınan gölgeler gibi çizilmişti filmde. Sanki bedenlerin içlerini de görebiliyorduk. Haneke, Erika’nın bedeniyle onun içsel fırtınalarını da anlatıyordu aslında.

Mazoşizmin ağıtsal aşk haritası

Aşkı bir çatışma halinde yaşıyordu Erika ve Walter. İlk karşılaştıkları sahnede, Erika ve annesi Walter’ı asansöre almıyorlar, Walter ise merdivenle onları takip ediyordu. Tıpkı bu sahnede olduğu gibi, Walter film boyunca da merdiven çıkan taraf olmak zorunda kalıyordu. Bu genç yakışıklı adam, çok zor bir karaktere aşık oluyor, hayatının dönem dönem nasıl mahvolduğuna şahit oluyordu. Walter’ın Erika’ya olan arzusu onu, mühendislik okumasına rağmen konservatuara girecek kadar etkiliyordu. Hayatını değiştirdiği bu kadın, onun ruhsal olarak da büyük bir değişim yaşamasına neden olacak, mazoşist arzuların, bir aşkı nasıl paramparça ettiğine izleyiciler şahit olacaktı.

Yapı-bozum, Brecht ve Aristo

Yapı olarak filme baktığımızda ise serim, düğüm, çözüm şeklinde klasik bir anlatıdan söz edemiyoruz. Bu yapı bilinçli olarak bozuluyor. Çatışmaların sonucunda izleyiciyi rahatlatan hiçbir gelişme yaşanmıyor. Çatışmaların nedeni son derece sıradan gözüken, basit şeylerden kaynaklanmıyor. Başlı başına psikoanalitik bir süreç var burada. Erika’nın annesiyle yaşadıkları, basit bir anne kız çatışmasından çok öte. Ama belki de bastırılmış olan şiddetin, daha cesurca ele alınmış şeklidir bu. Kapalı kapılar ardında, birbirine şiddet uygulayan anne kızların varlığından emin olsak da çevremizde bu tarz ilişkiye sahip insanları genellikle bilmeyiz. Yüzleşmek, bilmek istemediğimiz pek çok şey aslında Erika karakteri üzerinden bize aktarılır. Ama burada önemli olan nokta, yazıda zaman zaman örnekleyerek açıklayacağım gibi, bunun bireysel bir eleştiriden çok, toplumsal bir eleştiri şeklinde yapılmış olmasıdır.

Brecht Estetiği ve Sinema adlı bir kitaba atıfta bulunarak; bu film özdeşleşme ve catharsise bakışı açısından Brecht’in kuramına yakın bir çizgide. Godard’ın bazı filmlerinde olduğu gibi, kameraya konuşan oyuncular, gerçeküstü sahneler olmasa da bu film de seyircide rahatlama yerine, sorgulama yaratıyor. Klasik bir yapıdan çok uzak. Filmin sonunda diğer Haneke filmlerinde olduğu gibi soru işaretleriyle baş başa kalıyoruz.

Günümüzde senaryonun başarılı bulunması ile izleyici üzerinde yarattığı özdeşleşme ilişkisi arasında sıkı bağ olduğunu biliyoruz. Özdeşleşme ve catharsis izleyici için çok önemli. Bizler sürekli bir şeylerin altında ezilen, hep hak arar bir halde olduğumuzdan belki de, sinemada birilerinin bizim yerimize kazanmasını bekliyoruz. Gündelik hayattaki olumsuz, kötü şeylerden kısa bir süreliğine de olsa kopup, arınmak istiyoruz. Catharsis bilindiği gibi Aristotales’in Poetika’sında çok önem verilerek anlatılmış, önemli bir kavram. Dolayısıyla Aristotalesci tiyatroda özdeşleşme ve bunun sonucunda ortaya çıkan Catharsis çok önemli. Brecht ise buna karşı çıkarak epik tiyatroyu kuruyor. Bu catharsis mevzusu edebiyatta da çok önemli bir yer tutuyor malum. Örneğin Shakespeare’in eserlerini okuduğumuzda Catharsis'in belirgin kullanımına şahit oluyoruz. Her karakter ettiğini bir şekilde buluyor, kötü olanlar başka bir şekilde yaptıklarının bedelini ödüyorlar. İzleyici her oyunda bir karakterle özdeşleşme kurabiliyor ve ona yapılan haksızlığın intikamı alındığında çok mutlu oluyor. Oyunlarda, kötülük yapanların, gücü kötüye kullananların başlarına gelecek tehlikelerle ilgili de sürekli seyirciye mesaj veriliyor. Gerçek dünyada ise böyle bir anlayışın olmadığını biliyoruz. İzleyicinin büyük bir kısmı bu filmdeki karakterlerle bir özdeşleşmeye giremez. Kimse Erika ya da Walter için ağlamaz. Ama bazı anlar vardır ki; film onların çözümlenmesinde ya da anlamlandırılmasında önemli bir yer tutar. Bu filmin etkisinde kalan çoğu insanın, filmlerdeki insanlardan birer kahranmış gibi söz etmesini bekleyemeyiz. Onlar bir kere sapkın kişiliklerdir. Normal olanın çok dışındadırlar. Bizde acındırma uyandırmazlar. Aksine bizi huzursuz ederler.

Şüphesiz filmin içindeki bazı sahneler izleyiciyi çok zorlar. Erotik filmlerde bile rastlanmayan bir müstehcenlik vardır. Oysa bizi rahatsız eden bu müstehcenlik değildir. O sahnelerin izleyiciyi hiç hazırlamadan veriliş ve sunuluş şeklidir. İnsanların hayatında unutmak istediği, yapmaktan ya da düşünmekten utandığı şeyleri Haneke bir anda karşımıza çıkarır.

İnsanlar bir nevi Erika gibi davranmaya başladıklarını fark edebilirler. Kendi içlerindeki çatışmaya uzak şeylerle karşılaşmayabilirler. Erika, bir kabinde kadına oral sex yapan bir kadını izlemekten hoşnut iken, filmin diğer bir sahnesinde bu eylem onu kusturacak kadar iğrenç gelir. Kendi kabinde filmleri izliyorken; dergilere bakan öğrencisini yakaladığında çocuğa bir domuz olduğunu ve kadın bedenini aşağıladığını söyleyecektir.

Erika'nın ya da Walter'ın her insanın bilinçaltına indiğini söylemek çok iddialı olacaktır. Sonuçta Erika Borderline hastası bir karakterin özelliklerini taşımaktadır. Hatta bu karakter öyle iyi çizilmiştir ki, psikiyatri bölümlerinde film kaynak olarak gösterilmektedir. Bu zaferin büyük bir bölümü de kitabın yazarına aittir.

İD - Ego'yu döver mi?

Erika aslında "id"in çokça etkisinde kalmış, başarısız bir süper ego gibidir. Ona doyum sağlayabilecek süper bir kariyeri vardır. Filmde o aşamaları göremeyiz ama anlarız ki Erika çok çalışmış, çok zorlu bir hayatın sonucunda o noktaya gelmiştir.
Hiç arkadaşı yoktur, parasını pahalı elbiselere yatırır. O elbiseleri de hiç bir zaman giydiğini görmeyiz. Tıpkı onun düşleri gibi, bir dolapta kitli kalırlar.

Bu da bir nevi modern toplumda çırpınan insanın eleştirisi gibidir. Tüketmek için kazanır, kullanmayacağını bildiği şeylere bir servet öder ama o aldığı şeyler asla bir nesne değildir, başka bir hayatın düşleridir.

Filmde iyi ve kötünün dünyası yoktur. İnsan vardır. Modern dünyaya sıkışıp kalmış insanlar vardır. Dağılmış bir aile, belki de çok yetenekli çocukların dramı, uyum sağlayamadıkları bir dünyada çırpınışları.Yetenekli insanların diğer karakterlerden daha farklı, daha sapkın çizildiği dikkat çekici bir noktadır. Örneğin, Erika'nın öğrencisi Anna, diğerlerine göre yeteneksiz, hırslı bir annenin etkisi altında, korku dolu gözlerle dersleri izleyen, konser zamanları hastalanan zayıf, genç bir kızdır. Öyle ki Erika'nın annesi gibi onun annesinin de ilgisi, sevgiden uzak, başka bir temele dayalıdır. Belki de Erika onda kendi çocukluğunu görmüştür. Belki de bu yüzden Anna'dan hiç hoşlanmıyordur. Karakterlerin filmde anlatılışına baktığımızda yüzeysel hiç bir yan bulamadığımız gibi her şeyden birkaç anlam çıkarabilmekteyiz.

Tekrandan Katharsis meselesine dönecek olursak, Katharsis'in insanlarda gerçekleşmesi için Haneke bir zemin sunmaz. Erika'nın Anna'ya yaptıkları kelimenin tam anlamıyla onun yanına kalır. Sadece bir aşığın intikamını aldığına şahitlik ederiz. O da Walter'dır. Ama yine Walter'ın ceza olarak Erika'ya yaşattıkları da fantazilerinin ürünüdür. Walter'ın aşka bakışı belki de asla eskisi gibi olmayacaktır. İlk başlardan hayranlıkla ve Schubert sevgisi ile kök salan bir tutku, yerini sapkın isteklere bırakır. Walter'ın düşlerindeki kadınla sevişmek için evine gittiği zaman duyduğu heyecan, büyük bir hayal kırıklığına dönüşür. Burada genç bir aşığın duygularıyla, mazoşist bir kadının duyguları çarpışır.
Tarihte en önemli iletişim araçlarından biri olan mektup, aşıklar için romantizmin semboli gibidir ve bu filmde yine form değiştirir, Erika'nın yazdığı Mektubu okuyan genç bir adam, içinde yazılanları asla tahmin edemez bir haldedir. Salt cinsel bir arzu duymuyordur o kadına, okur ve yıkılır.

"Ne yaptın sen ?"

Beni en çok etkileyen sahnelerden biri, Erika'nın sadomazoşist bir ilişki için biriktirdiği cinsel objeleri, Walter'ın önüne koyduğunda gerçekleşen konuşma olmuştur. Orada paramparça olan genç bir adam görürüz. Belki çok yücelttiği kadının çok hasta oluşuna, belki de artık hiçbir duygusunun eskisi gibi olmayacağına ağlar. "Ne yaptın sen ?" diye sorar, cevabı bilinen biçare sorular gibi, dağıtıp gitmiştir bu rüzgar onu.

Erika ona "Ben bir piyano öğretmeniyim, şair değilim. Aşk böyle basit şeyler üzerine kuruludur" der. Erika'nın zaten sevgi görerek büyümediğini biliriz ama o sahneden sonra sevgi veremeyen biri olduğuna da emin oluruz. Walter çeker gider. Sahi gider mi? Dikkatli bir seyirci görecektir ki; Walter Erika'nın hasta olduğunu, Anna'nın ellerinin kesildiği sahneden beri biliyordur. Belki de filmin başlarında, babasının delirerek öldüğünü anlattığı sahneden beri bir şeylerin farkındadır. Ama Walter, Erika’nın öğrencisi Anna’ya olanlardan sonra Erika’yı daha da arzular.

Filmin önemli sahnelerinden birinde Erika, konser öncesi Anna'nın korkusunu geçirmek için Walter'ın Anna ile ilgilenmesine çok kızmıştır. Kızdan inanılmaz bir intikam alır; Anna'nın cebine koyduğu kırık camlarla, onun elinden geleceğini alır.

Filmin dili..

Haneke bu filmde, özellikle kamera hareketleri, uzun çekimler ile çok iyi bir anlatım dili yakalamıştır. Erikayı uzun uzun arkadan izleriz. Adeta beyninin içindekileri görmeye zorlar bizi.

Filmde müziklerle yakalanmış, çok sarsıcı bir dil vardır. Oyunculuklar karakterlerden bağımsız düşünülemeyecek kadar başarılıdır. Oyunculukların abartısız ama bu kadar sarsıcı oluşu da izleyiciyi çok etkiler. Onları hayatımızdaki bazı insanlara benzetebiliriz ama asla kendimize değil. Kimse kendine o ruh hallerini kondurmak istemez.

Olayların yakaladığı önemli şeyler vardır sadece. İşte o bazı şeyler bizi aslında Erika, Walter ya da anneyle olan, insanı yüzleşmeye zorlar. Bunu çoğu zaman fark etmeden yaparız. Çünkü bilinçaltına oynayan birşeydir bu. Freud aslında, en büyük catharsis duygusunun bilinçaltında yaşandığına değinmiştir.

En büyük catharsis bilinçaltında yaşanır

Filmdeki karakterler çizilirken aslında bir toplum eleştirisi resmedilmektedir. Burjuvanın temsil ettiği elit aile düzeni, tipik Haneke filmlerinde olduğu gibi mercek altına yatırılmıştır. Nedensiz şiddet yoktur bu sefer. Şiddetin kökenini biliriz. Aile kurumuna dair bir sorgulama vardır. Freud'a gene gönderme yaparsak; filmde Erika'nın davranışlarının nedenlerini, bastırılmışlığın ona olan etkisini çok net görürüz.

Bir kere anne ile yoğun bir çatışma vardır. Hatta filmin ilk sahnesi Erika’nın annesiyle yaşadığı büyük bir tartışmayla başlar. Bu bizi elektra kompleksini düşünmeye götürür. Anne kız arkasında ciddi bir şiddet yaşanmaktadır. Erika’nın kendisini babasıyla özdeşleştirdiği hissedilebilir. Bu noktada uyguladığı şiddetin kökeni ile ilgili bir ip ucu elde edebiliriz. Özellikle aralarındaki şiddete rağmen hala beraber yatmaları, annesinin onu gittiği yerlerden telefonla araması, özellikle bir gece Erika’nın annesini dudaklarından öpmesi, izleyici açısından çok rahatsız edicidir.

Evdeki TV hep açık, ne kadar tanıdık değil mi..

Erika ve annesi evlerinde sürekli televizyonun açık olduğu bir aile modelidir. Bu da bizi modern toplumdaki aile yaşantısına götürür. Televizyon sürekli bir şeyleri gösteren, karşısında saatler geçirilen, o saatler boyunca uyutan, masallar fısıldayan bir kutudur. Erika'nın annesi sürekli televizyon karşısındadır. Yemeği birlikte yerler, anne yemeği hazırlar ve Erika’yı çağırır. Sakin başlayan yemekte görürürz ki; onlar arasındaki çatışma kuşak farkından çok ötedir.

Erika kendi içinde arzu duyan, özgür yaşamak isteyen kadınla, baskıcı, otoriter Erika arasındaki çatışmada arada kalmıştır. Deyim yerindeyse Erika bu çatışmadan ağır yara alır.
Filmde diğer önemli karakter Walter’ın elit bir aileden geldiğini anlarız ama anne ve baba ilişkileri hakkında ip ucu yoktur. Zaten yoğunlaşılan kişi o değildir. Hep Erika’yı merak ederiz.
Erika hayatındaki insanlara sevgi ve ilgi göstermek bakımından çok hastalıklı ve cimri bir karakter çizse de hayatının iki önemli ismine çok saygı duymaktadır. Hatta bunlardan biri Walter ve Erika’yı yakınlaştıran isimdir.

Schubert ve Schumann büyüsü

Bunlar ünlü besteciler Schubert ve Schumann’dır. Erika, Schumann’ı babasının hastalığı nedeniyle kendine çok yakın bulur. İkisi de delirerek bir akıl hastanesinde yaşamlarını sonlandırmışlardır. Belki Haneke burada bir sorgulama yapmamızı daha istemektedir. Schumann ve Erika’nın babasını akıl hastanesine kapatan zihniyet, hastalığını gizleyen Erika’yı çok mu yüceltmektedir?

Müzik tarihine baktığımızda Schubert’in, Schumann’ı çok etkilediğini de görürüz. Müzikleri farklı olsa da, bu iki besteci Erika’nın hayatında çok önemli bir yere sahiptir. Beni en etkileyen diyaloglardan biri de, Erika’nın, Walter’ı öğrencisi olarak istemediğini açıkladığı sahnede geçmiştir. Walter’a, "Schubert’i bu genç ve yakışıklı halinle nasıl çalacaksın, onun acılarını ne kadar anlayarak onu çalabilirsin ki" şeklinde sözler söylemiştir. Erika bu yüzden kendine o bestecileri mabet seçmiş olabilir, o da onlar kadar çok acı çekiyordu, yalnızdı ve her erkeğin arzuladığı bir kadın olmaktan çok başka bir yerdeydi.

Bazı sahnelerde, müziğin çalındığı sahne bitse bile, Erika başka yerlerde dolaşırken, o müziğin devamını duyarız. Sanki Erika’nın beynini görmeye zorlanırız. O ise kırılgan notaların eşliğinde, alışveriş merkezlerini gezmektedir. Tek bir kare bile, o ortamlarda, onun diğer insanlardan nasıl da farklı olduğunu görmeye yeter.

İzleyiciye bıçak atan yönetmen

Filmin sonunda klasik yapıyı bozan yönetmen; Saplanan bıçaktan bir tanede, izleyiciye atar.
Belki de filmde sürekli açılıp, kapanan kapılar gibi, Haneke’de zihinlerde bir kapı açmak istemiş, bunu da bazılarında başarabilmiştir. Herkesin "başkaları için yaşadığı bir topluma" da çok şey söylenmiştir aslında.

Filmde günümüz aile yapısında virütik bir yaklaşım olan "en iyi olma kaygısı"nın hastalıklı ruh hallerini görüyoruz. Genelde çok ciddi sorunlar karşısında bile, Erika’nın annesinin yaptığı gibi, televizyonu açıp, uzun uzun ekrana bakarak susuyoruz. Sahi susuyor muyuz?

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Hayran kaldığım bir filmdir. Defalarca izlemişimdir. Sanırım (söylemesi ayıp) kendimden birşeyler bulduğum için olabilir.. Ben de sanatla ilgilenen ve ne zaman bir zorlukla ve acıyla karşılaşsam sanatla daha da çok ilgilenen biriyim. Haneke'yi bu yüzden çok seviyorum, düşünmek bile istemeyeceğin birşeyi bir filmle itiraf ettiriyor insana. Gel de sanata sığınma :p

Yazınız çok hoş olmuş. Açıkçası bittiğinde üzüldüm. Yarıda kesilmiş bir cümle gibi oldu benim için ;)

Teşekkürler.

jiletlipasta dedi ki...

Blogundan alakasız bir blog sahibi olarak bunu yeni gördüm, çok özür dilerim..

Bir yıl olmuş:( Yine de güzel yorum için çok teşekkürler:)

Yorum Gönder

Clicky Web Analytics